17 Temmuz 2011 Pazar

Kızartmadan Korkmak Mı? Peeh!






Efendim bu haftanın konsepti de artan ilgim, gelecek planlarıma verdiğim yoğunlukla kendimi geliştirme çabasıyla birlikte “yemekler”dir.


Normal şartlar altında ablam yemek yapar bizler de yeriz fakat bu hafta işten döndüğümde içimde hep mutfak önlüğünü giyme isteği uyandı kah güldüm, kah sinirlendim birkaç tarif denedik.


Kızartmadan Korkmayın


Herkesin canı kızartma ister. Kendimizi kandırmayalım arkadaşlarım, yok yaz vakti ağır geliyor, çok yağlı aman domates sosu da neymiş falan geçelim bu noktaları. Şimdi evinizde bir fırına sahipseniz onu sevin, o sizi nasıl sevecek şimdi göreceğiz. Öncelikle nelere ihtiyacımız var bir göz atalım.

Malzemeler
3 adet orta boy patates
2 adet kabak
1 adet patlıcan
3-4 adet havuç
2 çorba kaşığı sıvı yağ
Az miktarda pul biber ve kekik


Sosu için
1 adet soğan
Küçüklerinden sarımsak
3-4 adet domates
Domates püresi
Taze maydonoz ve nane
- Yoğurt







Efendim öncelikle yıkayıp doğradığımız sebzelerimizi süzgeçte bekletiyoruz. Patlıcan için anti paratez açmak isterim kendisini doğradıktan sonra tuzlu suda bekletiyoruz ki siyah suyu çıksın. (Zaten laf aramızda zehrini kusuyor mübarek ne anlamsız bir sebze oluyor bazen ya). Patateslere de en son geçiniz ki o da yamulması, hemen renk değiştirmesin. Tepsi de patateslerin üzerine pul biber ve kekik koydum ee güzel oldu J


Yanmaz kağıdımızı tepsimize yerleştirdikten sonra üzerine teker teker diziyoruz. Bu noktada dikkatinizi çekmek isterim yanmaz kağıt prensipte yanmama özelliğini korusa da yapışmaması da gerekir; bu açıdan aman ucuzu olsun demeyin. Ben bir tepsiye 1 çorba kaşığı sıvı yağ koymayı uygun buldum, üstlerinden geçtim. Dilerseniz derin bir kap içerisinde kendilerini mıncıklamak suretiyle de yağı yedirebilirsiniz. Fırınımı 180 dereceye ayarladım ve attım, yaklaşık yarım saat sonra hazırlardı.

Onlar fırındayken sizde usul usul soğanları doğramakla başlayın. Soğanların gözleriniz yakmasını istemiyorsanız kabuğunu soyduktan sonra buzlukta bekletebilirsiniz. Sosu için ben sıvı yağdan sonra sarımsakları atıyorum ardından soğan kıvamına gelince püre ve domatesler son olarak taze nane ve maydanozumu koyup servise hazırlıyorum.


Bir taraftan da yoğurdumuzu özüyoruz, hazırladığımız sarımsakları tuzla karıştırıp yoğurtla buluşturuyoruz.


Kullanılan yağ gördüğünüz gibi 2 çorba kaşığı, tutup da benim çok param var gider alırım az yağla kızartan fritözü demiyorsanız aynı mantıkla fırınınızı kullanabilirsiniz. Kızartma tadını aynı olacağından emin olabilirsiniz. Basit ama leziz bir tarif.

Afiyet bal şeker olsun.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Özgürlük Yolu - The Way Back



Geçtiğimiz Ocak ben o şehir senin bu şehir benim, ver elini Amsterdam modunda gezerken couchsurfing aracılığıyla yeni dostlar edindim. İşte onlardan birinin -Daniela Hoffmann’in- evinde kaldığım günlerde Sydney’le-diğer couchsurfer- tanıştım. Daniela Amsterdam’da .... salonunda film izlemenin ayrı bir keyif olduğunu, filmin konusunun bile çoğu zaman önemsiz olup, o ambiyansta çok farklı hissettirdiğinden bahsetti ve Sydney’le düştük yollara. Film seçimimizi “The Way Back”ten yana yaptık.
Filmin yönetmeni Peter Weir’i Ölü Ozanlar Derneği’nden tanıyanlarınız olabilir; kendisi ayrıca Yeşil Kart, Truman Show, Dünyanın Uzak Ucu’nu da yönetmiştir. Ortalama yedi sekiz yılda bir film imzasını taşır bu sekiz yıllık dönemde seçimini “The Way Back”ten yana yapmış görünüyor Avusturalyalı yönetmen.
“The Way Back” filmi 2. Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Rusya’da bulunan Polonyalı Sławomir Rawicz'in 'The Long Walk' isimli kitabından uyarlanmış. Kitap 1956'da yayınlanmış, 25 dile çevrilmiş ve 500.000 satmış. Okuyucular hikayeyi o kadar gerçekçi bulmuş ki, hayatta olma ihtimali olanların izini sürmeye başlamışlar ve İngiliz BBC kanalı da bu efsaneyi belgeselleştirmiş.İhtimaller denizinde oluşmuş fikirlerle BBC belgeseli yönetmen Weir’i etkilemiş ve bu konuyu beyaz perdeye aktarma kararına yöneltmiş. National Geographic Entertainment’ın ortak yapımcılığını üstlenmiş ve tahmin edeceğiniz üzere görsel öğelerle tadından yenmeyen bir hale bürünmüş.
“The Way Back” türkçeye “Özgürlük yolu” olarak çevrilmiş bu “Into The Wild”la çakışması açısından sorun yaratıyor başta. Film IKSV’yle Nisan ayında üç farklı salonda seyirciyle buluştu bu yıl ayrıca 24 Haziran da vizyona girdi. Ben üşenmedim bilgilerimi güncelleyeyim dedim oturdum bir kez daha sizler için izledim. (Yoksa Amsterdam’dayken başlangıcındaki geçen rusça sözcüklerin hollandaca alt yazısıyla olmasının benim anlamamla korelasyonu 0)





Ha bu arada film ayrıca geçtiğimiz Oscar’da da “en iyi makyaj” dalında adaydı.
Filmin konusuna gelecek olursak 1940 yılında Sovyet Rusya’ya bağlı Sibirya Gulag çalışma kampından, özgürlükleri için kaçıp 6bin mil yürüyerek Hindistan’a ulaşan esirlerin, yaşadıkları macera ve dramı anlatan bir yol öyküsü. Gelin bir de oyunculara göz atalım ardında yönetmenin konuyu işleyiş biçimi ve oyunculuklara değinelim.










Ed Harris- “Bay Smith” adını takmış alaycı Amerikalı Zoran


















Jim Sturgess -Polonyalı genç Janusz


























Saoirse Ronan - Bir mülteci olan Irena















Colin Farrell - Dövmeli gangster Valka olarak karşımıza çıkıyor.


























Öncelikle film politik anlamda tartışmalara yol açabilecek bir konuyu anlatıyor.Sovyet ve Nazi işgalleri arasında kalan Polonya’yla başlıyor. Konu politika olunca da seyircinin gözleri lider kimlikli, ileri görüşlülüğüyle dikkatleri üzerine toplayacak bir kahraman arıyor; bulabiliyor mu? Hayır. Hadi bir kahramanımız yok madem birinin hayatını görelim en ince ayrıntılarıyla derseniz o da yok. Madem öyle mahkum, esir falan diyorsun konusunda dramatik bir şeyler de mi yok derseniz; bakın o var. Yönetmen Weir olayları farklı boyutlarıyla ele almayı seçmiş. Mesela kampı çevreleyen tellerden geçetikten sonra bir daha Sovyet askerleriyle karşılaşmayan esirler klasik hapishane filmleriyle örtüşmüyor ya da Sibirya’da başlayıp Hindistan’da sonlanan yolculuk boyunca da grubun karşısına beklenmedik sorunlar çıkmıyor. Weir bu beklentiye de farklı alternatifler oluşturmuş. Yaşam mücadelesi, doğadan gelen beklenmedik durumlarla başa çıkma çabası gibi.

İşgalin bir taraftan Hitler, bir taraftan Stalin’le yürüyor diyerek politikk bir duruştan uzak olmaya çalışsa da film boyunca soyut olmayan komunizm karşıtı ögelere rastlamak da mümkün.


Anlatmak istediğim pek çok mevzu var da arada spoiler vermeyeyim diye susuyorum. Şimdilik durum böyle yönetmenin filmlerini takip ediyorsanız (ki zor bir seçim malum 7-8 yıl bekle) farklı ve etkileyici gelebilir; uzun metrajlı bir film olsun efendim dramdır, maceradır, görselliktir derseniz de güzel gider.


İyi seyirler olsun.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Rango- Hiç kimse kendi kaderini terk edemez



Hafta sonu kahvaltılarımızın vazgeçilmez ögelerinden bir tanesi de animasyon filmler. Bu cumartesi kahvaltısında da seçimimizi Rango'dan yana yaptık.

Çocukluk yıllarımdan babamın ilgisiyle tanıdığım bir film tarzıydı western filmleri. Laf aramızda hiç sevmem oldukça da sıkılırım; fakat Rango’nun ilk karesinden itibaren size çok farklı yerlere götüreceğini garantilediğinizi hissediyorsunuz.
Çoğumuzun Karayip Korsanları’ndan tanıdığı Gore Verbinski yönetmenliğini üstlenmiş. Korsan filmlerinin unutulmaya yüz tuttuğu bir arada ses getiren farklı bir film yapatmıştı Rango’da da bu farklılığı çoğu konuda görmek mümkün yönetmenimizin ilk animasyon filmi olmasına rağmen.
Filmin konusundan kısaca bahsetmek isterim sizlere. Filme isim veren ev bukalemonumuzun kimlik bunalımı yaşarken başından geçen olaylar şapşal ve duygusal oluşu komik bir dille anlatılmış bizlere.Özgüvenini haybetmiş kahranımızın kimlik arayışı ve filmin sonunda aydınlanması” gibi klasik bir hikayesi var, ayrıca ilk sahnelerde karşımıza çıkan şirin hatunun izleyen bölümlerde kahramanın aşkı olacağı gerçeğiyle senaryonun orijinalliğinden söz edemeyiz belki ama sadece güldürmeyelim aynı zamanda sosyal mesajımızda olsun demeleriyle de farklılık yaratmışlar. Filmde ayrıca kapitalizme, eski western filmlere de göndermeler tadında verilmiş.
Gerçek hayattan kesitler sunuyor dersem abartmamış olurum herhalde. Özellikle güçler ayrılığı konusu üzerine duruluyor, toplumları pasif çoğunluklardan ziyade aktif azınlıkların yönetmesi ağır basıyor. “Suyu kontrol edersen, her şeyi kontrol edersin.” le de gerçek gücün bir gün suyu kontrol edenin olacağı görüşü üzerine işlenmiş.
Şimdiye kadar izlediğim animasyonlar filmlerin ayıran özellik ise bazı karakterlerin çirkinliği. Efendim karakterlerimizin neredeyse tamamı hayvanlardan oluşuyor ve bazen öyle bir hal alıyorlar ki bakmaya katlanamıyorsunuz(yan tarafta görebileceğiniz gibi). Rango’da karakterlerde çirkinlik ve sevimlilik ustalıkla bütünleşmiş diyebiliriz.
Tüm bunlarla birlikte teknik açıdan mükemmele yakın bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim, aksiyon sahnelerini orantılı ve sürükleyici, ışıklandırma ve gölgelendirme oldukça başarılı. Kanyondaki kovalamaca sahnesi bana Star Wars’u hatırlatmadı değil.
Dikkatimi çeken bir başka olaysa filmi seslendiren oyuncuların filmi yaşamış olması şöyle ki http://www.youtube.com/watch?v=CDyYGBL0HKw bu da izleyiciye karakterlerin daha da gerçekçi olması şeklinde dönüyor.
Johnny Depp ve Isla Fisher ana karakterleri seslendiriyor ve oldukça başarılılar.
Benim zaafım olan bir karakterin ise filmde kötü adam rolünde olması moralimi bozmadı değil. Kaplumbağadan bahsediyorum evet, belediye başkanı statüsündeki beyimiz halkının ardından neler yapıyor neler. Fakat bir kaplumbağayı tekerlekli sandalyede golf oynarken hayal ettiniz mi derseniz cevabım hayır olur. Filmde bunun gibi bir çok karakter ustaca resmedilmiş. Elektro çalan baykuş, taramalı tüfeği olan çıngıraklı yılani yürüyen palmiyeler bunlardan bir kaçı. Ayrıca hangi karakterin hangi hayvan olduğunu düşünüp bulmak da oldukça eğlenceli bana kalırsa.

Dahası filmde müzik seçimleri de ayrı bir güzellik katmış. Şöyle ki http://www.youtube.com/watch?v=aXfeJgSILdg&feature=related



Sonuç olarak "Hiç kimse kendi kaderini terk edemez." Der size iyi seyirler dilerim.

P.s. İlk film yorumum umarım iyi olabilmiştir, bunun öncesinde hep filmi anlatmış olmaktan korkup vazgeçmiştim, korkumu yendim. Bknz. Oh bee!